15 Eylül 2011 Perşembe

Empatinin gezdiği dağlar meşeli...

Bazen bazı şeyleri yalnız yapmak istiyorsun, kendinle temas kuracağın o küçücük ama çok değerli anın hayaliyle..Bunun farkına varsan bile içten içe, kalabalığın içinde buluveriyorsun kendini. Ne kadar güzel insanlar da olsalar etrafındakiler, o an sadece ama sadece kendini istiyorsun..


Öyle bir geceydi dün gece.. Ankara Nefes Bar'da Pilli Bebek konseri esnası... Yıllarca sahnesinde -daha ne yaptığımı bilmeden- söylediğim şarkılar; o masalarda palazlanıp yine o masalardan kaymış gitmiş aşklar, dostluklar, anlık bakışlar; kulaklarımda çınlayan uğultu; kedimin öldüğü gece; kendimi nefes almak için bahçeye atışlarım..Hem o tanıdıklık ve tanınmışlık hali, hem de yıllar içinde aldığım yol, arkamda bıraktıklarım.. O keskin sigara dumanının çağrıştırdıkları beynimde bir fırtına yaratırken, fonda Pilli'den Tek Başına, zihin bu ya; durmuyor daha da geriye gidiyor..Sene 98, Radyo D'de Güven Erkin Erkal'ın sunduğu Maksimum Rock..Bu şarkı o günlerden ta..Her pazar iki saatliğine odama kilitliyorum kendimi..Yatağa uzanıyorum; bir yandan radyoyu dinleyip bir yandan da kasete kaydediyorum; ertesi gün serviste, walkman'de dinlemek için. Bunlarla da yetinmiyor zihnim..Sanki birisi çıkarıyor hafızamı yerinden, sallıyor sallıyor; kopuk kopuk, kesik kesik anlar, bir bütün yaratamadan, birbiriyle ilgisi olmayan yüzlerce fotoğraf, çok ama çok hızlı bir slayt gösterisi gibi gözümün önünden geçiyor.


...


Biraz da hüzünlüydüm dün gece.. Çünkü sadeleşme, sakinleşme yolunda attığım her adım, kendime dönüp içimde bir yerlerde yüzleştiğim bu karmaşa ile sekteye uğruyor gibiydi. Kalbimi iyiye ve kötüye beraberce açma dileğime ve hatta iyi-kötü değerlendirmelerimi aşma dileğime zıt olarak, yanımdaki çok sevdiğim arkadaşıma bile tahammül edemiyordum o anda.. Kendince kendini müziğe kaptırmış, yüksek sesle (e pilli'ye kim kısık sesle eşlik eder ki) eşlik ederken çıkardığı her nota beynimde zaten olup bitmekte olan depremin sarsıntısını biraz daha güçlendiriyordu. Orama burama çarparak geçenler, şirinlikle bizi aşıp sahneye yanaşma çabaları, üstümüze dökülen biralar, yasağa rağmen dumanı tüten sigaralar..O an Ege'de denize çok yakın bir kayanın üstünde ayaklarım suyun içinde oturuyor ve karanlığa bakıyor olmak için neler vermezdim..


Bir yandan da empati üzerine düşünüyordum. Bunu son zamanlarda sık sık düşünüyorum; yanıbaşımda öndeki araba biraz uzun süre durdu diye hunharca çalınan kornanın hemen ardından; sabah daha kahvaltı bile etmemişken, otobüs durağında sırada önümde bekleyen şahsın sigara dumanıyla midem bulanırken; birbirinden korkunç parfümler ortak soyunma odalarında sıkılırken; yalnız kalma isteğim asosyallik olarak addedilirken; aşk, duygu, sevgi, paylaşım, yakınlık safsatalarıyla temas için yol yapılırken; kendi gerçekliğimin arayışını paylaştığım anda soru sormadığım halde cevaplara boğlulurken...


Tabii değneğin öteki ucunda da kendim varım..Ben ne kadar empati kuruyorum? Kimlere nasıl zararlar veriyorum farketmeden? Nasıl oluyor da bazen ağzıma geleni söylüyorum, sakınmam gerektiği halde..Nasıl oluyor da kendimi dört duvara, yapılması gereken işlere gömüp, telefonu kapatıp, kapıyı açmayıp uzak tutuyorum ihtiyacı olan insanlardan..Nasıl oluyor da kabul edemiyorum bu şikayet ettiğim herşeyi olduğu gibi..ve daha bilmediğim bir sürü şey.. Cevabını arıyorum, nasıl bütünleşir iyi ve kötü; nasıl aşılır iyi ve kötünün zıtlığına dayanan bu anlam dünyamız? Nasıl uzaklaşırız "ya tahammül et ya terket" düsturundan? Çünkü ben terkedesiyim buraları.. ama üretmek istediğin şey sadece gıda değil aynı zamanda da sanatsa, nereye gideceksin? Neyse bu başka bir yazının konusu..


Erkenden ayrılıyorum konserden..Olmak istediğim yerde (sokakta), olmak istediğim kişiyle (kendimle) yürüyorum...Sigortayı kapatıyorum, böylece ne slayt gösterisi kalıyor, ne açılmış ama kaydedilmemiş yarım yamalak dosyalar, ne o inceden inceye çıkan sirene benzer sesi zihnimin..

17 Aralık 2010 Cuma

Yavaşlamak ne zor şimdilerde...

Elli yaşının üzerinde bir adam, aynalarla beraber uzun zamandır. Hatta o kadar uzun zamandır beraber ki, kendi yansımasını görmez olmuş artık..Yaklaşık 5 metrekarelik bir aynayı özenle çıkarıyor yerinden -riskli bir iş-, eldivenlerini takıyor, etrafı boşalttırıyor karısına ve masaya yatırıyor aynayı..Gönyeyi, cetveli yerleştiriyor ve şu koca dünyada beni içine alabileceğine inandığım, antredeki tek duvar boşluğumun ölçüleri olan yüzotuzsekize kırkbir santimetrelik bir aynayı çıkarıyor o büyük parçanın içinden. Tüm bunları yapması sanki saatler alıyor. O kadar yavaş ki hareketleri bir anda bundan ne kadar rahatsız olduğumu farkediyorum. "Haydi!" diyorum içimden "haydi kes artık şu aynayı, kes de gideyim"... Çünkü oraya koşarak gelmişim, oradan koşarak çıkıp başak bir yere gideceğim, programlamışım kendimi, bir sürü iş bitireceğim. "Bu yavaşlık da nereden çıktı?"...

Tüm bu koşturan düşüncelerimi yakaladığım an, etrafımı saran aynalarda yüzümdeki telaşı, ekşiliği, gerginliği gördüğüm anla aynı an. Kaşlarım, gözlerim, dudaklarım..Hepsinin acelesi var... "Ne olmuş bana?" Aynaya bakmak itina gerektirir, aynaya bakmak kendine bakmaktır çünkü, içine bakmaktır.. Bendeyse adeta sokakta yürürken, vitrinine ayna koymuş bir dükkanın önünden hızla geçen, geçerken "bu üzerimdeki yakışmış mı?" diye göz atan birinin telaşesi var...

En son o koca ayna masaya yatırılmadan önce, dikiliyor önümde; kendimi, sağımı, solumu, arkamı görüyorum yansımada..O bir türlü geçmek bilmeyen zaman duruyor..Sesler duruyor...Aynacı, karısı..Duruyorlar..Ben de duruyorum, zihnim de..Başka seçeneğim yok..Koşuşturup duran Gökçe'yi ceketinin köşesinden tutuveriyorum, duruyor o da...Gülümsüyor. Şanslıyım, farkına varıyorum...Kolumun arasına sıkıştırdığımız aynayla sakince çıkıyorum dükkandan, yavaşça evimin yolunu tutuyorum.. E aynaya bakmak kadar onu taşımak da itina gerektiriyor..

8 Ağustos 2010 Pazar

Gong...


Tam altı yıldır bu evde oturuyorum. Tam altı yıldır, kimden geldiğini bilmediğim o gonglu saatin sesini duyuyorum. Her saatte bir o saat kadar (mesela, saat 12:00’de tam 12 defa) ve her yarım saatte ise sadece bir defa gonglar bu saat. Burdan bir test üretmişliğimiz bile var. Sorarım saatin sesine öyle ya da böyle ilgi gösteren misafirime; “söyle bakalım, bu saat günün hangi üç saatinde peşpeşe aynı sayıda çalar?” Bilenler olur, bilemeyenler de.. “saat 12:30’da, 13:00’de ve 13:30’da; üçünde de birer defa çalar”. Bu soru bu evin geleneklerinden biridir; biriydi... Sonra misafir gelmeden önce evde biraz tütsü dolaştırmak da.. Sonra onlara yamuk yumuk kavanozlarımdaki çeşit çeşit bitkiden çaylar ikram etmek de. Meraklısına bu çayın nelere iyi geldiğini anlatırdım. Bazen kitaplıktan kitaplarımı çıkararak... Biliyorum bu ev ben kokardı, herkes bilirdi bu kokuyu. Temizdi hep. Düzenliydi. Kalabalıktı ve küçüktü, sadeleşemezdi bir türlü, tıpkı benim gibi..Işıklı hem nasıl ışıklıydı... Bu evde odama doğardı güneş ve en uçtaki o ev arkadaşlarımın gelip yerleşip sonra gittikleri odada batardı. O oda hep” elveda” diyendi...Ben artık büyüyüp öğlen vakitlerini evde geçirebilen biri olmamaya başlayınca –ki bu 28. yaşıma denk gelir- en çok üzüldüğüm şey, o odamda yatağıma vuran öğlen güneşinin altındaki her gün tamamen kendiliğinden gerçekleşen ve artık bir ritüele dönüşen öğlen uykularımı yaşayamamaktı. O öğlen uykuları ki bazılarından korkarak ve geçici hafıza kayıplarıyla uyansam da, hep tazeleyici, hep özlenesidirler...

Renkliydi evim...Renkler beni en az yemekler kadar beslerdi...Bir gün odamın duvarlarını boyamaya karar vermiştim. Ev sahibime söylediğimde “makul renkler olsun” demişti. “Tamam” dedim, bence her renk makuldü... Yeşil istiyordum duvarlarımda... Gittik boyacıya...Bir türlü karar veremedim yeşilin hangi tonunun olacağına. Bir yandan da boyacının “abla, evin kiralıksa değer mi bunca masrafa” sözleri arka planda ritmik olarak kulağımı tırmalıyordu... “İnsan niye emek harcamak ve mutlu olmak için birşeylerin ona ait olmasını bekler ki?” Sonra karar veremedim... Kuğulu Park’ta bir bankta yatıyordum boyacıdan bir yarım saat sonra... Tepemde bir ağaç, yapraklarının önünde bir ton, arkasında başka...Gözlerimin parladığını, bir tanecik yaprağı kopardığımı ve boyacıya koştuğumu hatırlıyorum... “İşte bu renk olsun, bu yaprağın önündeki ton!”. Bir boya bir yaprağın rengine ne kadar yaklaştırılabilirse, o kadar yaklaştırdık ve sonuç mucizeviydi...Odam sanki bir yaprakla sarılıp sarmalanmıştı...Esintide ürpermeye, ışıkta canlanmaya başladı... Kapımı ağaçtaki bir çiçek gibi bordomsu bir kırmızıya boyadık, yamuk yumuk boyayışımla, aslında bir gelinciğe benzedi, hani ışığı geçirir yapraklarından, alacalı bulacalı görünür ya gelincik. Sonra biraz mor, çimlerin arasındaki küçük vapurdumanlarının renginde, süpürgeliklerim mor oldu...Ay çiçeği ya da gün batımı sarısı perdem şimdi bu ağaç, çim, gelincik ve vapurdumanından oluşan bahçeme hayat veriyordu artık.

Haftalarca evden çıkmadığım olurdu...Bu ev nice yalnızlıklarda, nice mutlu beraberliklerde, nice dertleşmelerde, nice sevmelerde, nice ayrılıklarda kucağında güldüğüm, ağladığım, ürettiğim, somurttuğum, öylece durduğum, dansettiğim, yemek pişirdiğim, çiçekler büyüttüğüm, filmler izlediğim, şarkılar söylediğim, bütünleştiğim, bağlandığım yerdi hep...

Sonra eşyaların hemen hepsi toplamadır bu evde...İnsanlar Ankara’da eylül ya da nisan aylarında evlerini yenilerler, bu sırada eşyalarını kapılarının önlerine atarlar. Eski dolaplar, komodinler, kitaplıklar, bazen deriden bavullar, içlerinde türlü türlü özel eşya, oyuncaklar...Özellikle Ayrancı’da çok yaygındır bu. Oranın uzun yılardır orada yaşayan sakinleri vardır ve muhtemelen onların yeni çağda büyüyen çocukları, artık büyüyüp birer iş sahibi olduklarında, anne ve babalarının yaşadığı eve gelirler ve artık bazı eşyaların yenilenmesi gerektiğine karar verirler; eskilerini attırtıp yeni nesil eşyalara yer açarlar... Zavallı anne babalar da “dur, o vitrin evlendiğimizde rahmetli Muteber Amcanların evlilik hediyesiydi, içindeki gümüş takımlar ondan başka bir yere yakışmaz ki” demeyi akıllarından geçirip, sonra da bu anıyı gönüllerinde yaşatmaya karar verip, çocuklarının bu eve daha sık ziyarete gelmeleri için buna değeceğini düşünüp susarlar zannımca. Bize de Ayrancı sokaklarında yürüyüp, bu yitik anıları oralardan toplamak düşer...Bir gün bir kitaplık sırtlanılır, bir gün bir oyuncak seçilir bavulun içinden.. Beyaz bir konsol getirilir eve, adeta Viyana’daki Schönbruun Kraliyet Sarayı’nda Bayan Sisi’nin odasındaki konsollara benzeyen... Bir tek altın rengi varakları eksiktir...Bu eşyalar önce biraz dolaşırlar evde, sonra bulurlar yerlerini, bütünleşirler birbirleriyle ve duvarlarla ve yerle...

...

Bu yazıya başlama sebebim, yaklaşık bir yıldır tüm Türkiye’yi dolaşmamın, evimin yerine aylarca otel odalarında kalmamın ve eve dair ve ben yokken evde yaşayan ev arkadaşıma dair büyük bir yabancılaşma yaşamamın ardından artık önümüzdeki günlerde yeniden buraya dönecek olmamla, buradan tümden gitmek arasındaki çelişkim değildir. Bu yazıya başlama sebebim, günlerdir ve gecelerdir o gonglu saatin sesini duymuyor olmamdır. O sessizlikte karşımda duran eşyaların ruhlarını yitirdiklerini sanıyorum. Çünkü bakıyorum onlara ama onlar bana bakmıyorlar eskisi gibi.. Nefes almıyorlar. Bu odada sanki zaman durmuş. Renkler solmuş. Bir esinti dahi yok.. Üstelik ev bir garip kokuyor...Derken saat 08:30 oluyor. Birden bir gong sesi! İnanamıyorum... 09:00 oluyor, 9 defa çalıyor gong.. Hafif bir rüzgar, tüylerim diken diken oluyor...Karşımda duran o süpürge saçlı küçük bebek gülümsüyor. Gaz lambası asıldığı yerde aydınlanıyor. Erbaneden koca bir “düüüüümm” sesi geliyor. Metronom tıkır tıkır, tıkır tıkır çalışmaya başlıyor. Eskiden olduğu gibi aksayarak bazen. Bir zamanlar doğaya her dokunuşumda bir parçasını toplayıp eve getirip içine attığım o tahta kutudaki ağaç kabuklarının, kozalakların, tohumların, kurumuş çiçeklerin, spiral desenli taşların hışırdadığını duyuyorum. Kavak kabuğunun kokusu bile geliyor burnuma...Renk renk fularlarım, sahnede, sokaklarda boynuma takıp uçuşturduğum, sepetin içinden dışarıya doğru uzanmaya başlıyor ve dansediyorlar bir Santa Maria Cantigası eşiliğinde.. Metal kutuların kapakları açılıyor, boya kalemlerim – hani o ben yokken hırsızın eve gelip de kutuları açtığında çalmaya değer bulmadığı boya kalemlerim - kutulardan dışarıya fırlıyorlar, kağıtlarla buluşuyorlar..Ellerimi görüyorum, renkleri nasıl birbirine karıştırdığımı...Mandolinim, “korkma” diyor,” kavuşacağız yeniden”, yeniden alışacak ellerin tellerime, hatırlasana her gün bir şarkı öğrenecek kadar heyecanlıydın, sana demişti ki öğretirken “cici, sakın pes etme, sen çok yeteneklisin, bu kadar çabuk kavradın, ellerin akacak bu tellerin üstünden”... Dolap kapakları heyecanla açılıp kapanıyor, bana içinde gizlediğim anılarımı göstermek, hatırlatmak için..Ayrancı’nın yaşlı amca ve teyzeleri gülen gözleriyle teşekkür ediyorlar, yakılıp yıkılmadığı için anıları...

...

Bu ev ben yazdıkça canlanıyor. Eski çağlardaki büyüler gibi, alın yazısı gibi, kader gibi yazdıkça gerçek oluyor herşey. Gonglu saat tamir olunuyor bir anda. Bu evde, bu odada adeta bir büyü gerçekleşiyor... ve ben hem ağlıyorum hem gülüyorum... Hem sıradan bir kadınım, hem de korkuyorum bu büyücü ellerimden... Derin bir nefes alıyorum, dengeleniyorum. Eşitliyorum içimdeki iyiyi ve kötüyü, varlığı ve yokluğu. Bir anlığına da olsa bu dengeyi hissetmiş olmakla, hayata teşekkür ediyorum ve temas ettiğim iyi ve kötü herşeye...Bir de anılara...Ve biliyorum gelecek süprizlerle dolu...Geçmişse taşıdığı herşeyle yitip gitmeye mahkum...Benim bu sabah hissettiğim donuklukta beni korkutan tek şey, geçmişle gelecek arasında, tanımsız, donmuş, bağlantısız bir zaman diliminin olduğunu sanmamdı. Çünkü geçmişle gelecek bir akışın biraz öncesi ve biraz sonrasıdır. Ben zamanda kayboldum bir an için...Çok korktum ama yine de çok güzeldi...

15 Şubat 2010 Pazartesi

Ruhum renk renk*


Öyle resme falan yeteneğim yok benim ama renklere karşı nasıl tutku doluyum anlatamam...Ama anlatmayı deneyeceğim. Böyle Nutella'ya dayanamamak gibi; baharda denizin yanında yürürken, yürümeye daha fazla dayanamayıp, çıkarıp ayakkabıları ayakları denize sokmak; delicesine yağan bir yağmuru görünce, fırlayıp dışarı altında sırılsıklam olmak gibi; yolda giderken, sağda görünce yemyeşil engin ovayı, inip arabadan dayanamayıp koşmak gibi; açlıktan gözleriniz kararmışken, kızarmış ekmeğe tereyağ sürüp yemek; yokuş aşağı bisiklete binmek; sırılsıklam terleyip duşa girmek gibi; bembeyaz bir bebeğin burnunu öpmek; buz gibi bir havada sıcacık bir adaçayı içmek gibi; aylar sonra evini temizlemek; sabah güneşle uyanmak gibi; çok seven iki kolla sarmalanmak gibi; babanın kucağında uyumak gibi, dedenin saçını okşaması gibi; ege'yi koklamak, karadeniz'i görmek gibi; ateşin sıcaklığını yüzünde hissetmek ; ay ile aydınlanmak gibi; bir tavşanın zıplayışını, bir sincapın su içişini görmek gibi...işte renk renk boyaları, renk renk ipleri, renk renk meyveleri, renk renk boncukları görünce sanki yukarıda anlattıklarıma benzer şeyler oluyor içimde...yüzüm gülüyor, içim ferahlıyor, ağırlığım gidiveriyor üzerimden...çiziyorum, karıştırıyorum birbirine renkleri, diziyorum sıra sıra boncukları; manavda seyrederken buluyorum kendimi meyveleri...kırmızılar, morlar, yeşiller, sarılar, turuncular, maviler...deliriyorum sanki..alamıyorum gözlerimi, birden masallarda, çizgi filmlerde buluyorum kendimi, hani gökkuşağında yürürler ya, işte ben de yürüyorum...dünyaya renklerin arasından bakıyorum, temizleniyor içim, doluyor rengarenk, ruhum rengahenk, düşüyorum kırmızı tutuyor beni, sendeliyorum mor koluma giriyor, ağlayacak gibi oluyorum, turuncu portakal gibi kokuyor burnuma, yeşil seriliveriyor altıma uyku öncesi, sarılıyorum beyaza, mavinin elinden tutup dalıyorum uykuya...

...Uyandım...Etrafımda boya kalemlerim, ortalama 5 yaşında bir çocuğun yaptığı sanılan resimlerim, ellerimde, pijamamda izleri...Işık, iyi ki varsın...Yağmur ve güneş, siz de...Boya kalemlerim, siz de...

* Bu yazı bana çocukluğumdan bugüne kadar boya kalemi hediye eden tüm sevdiklerime bir armağan olsun...Her seferinde içimde çiçekler açtırdılar... Dilerim onların da gönüllerinde çiçekler açmaktadır...
Renk Renk...

28 Aralık 2009 Pazartesi

Bir tek o..


Nasıl desem, iyi hissediyorum kendimi, tepemde yılın son dolunayına doğru kıvranıp duran aya rağmen. Yıllık iznimi almak için yılın bu son günlerini seçmekle ne iyi etmişim meğer... Tam iki yıldır çalışıyorum ve tam bir yıldır bu bana çok zor geliyor. Yok, tembel biri değilim. Çalışmayı çok severim ama bir manası varsa... Şimdi haftamın 40 saatini alan ve çoğunlukla yolculuk yapmak zorunda olduğumdan, beni sakinleştiren küçücük ev alışkanlıklarımı da benden alan, otel odalarında yaşamak zorunda olduğum bir dönemdeyim. Anadolu'yu geziyorum.. Güzel duyuluyor değil mi? Oysa ha siz bilgisayarınızın başında oturmuş, Anadolu başlıklı bir fotoğraf albümüne bakıyorsunuz ha ben arabanın içinde karşımda çizmek zorunda olduğum yollar, pencereden dışarı bakıyorum zaman zaman... Kış...Otomobil...Bilgisayar...Ama ben şimdi güzelliklerden bahsedeceğim... Çünkü benim de işime geliyor şikayet etmek ve içini boşaltmak yaşadıklarımın...Yapıyorum da bunu zaman zaman, son zamanlarda sıkça...Ama o hal, kendi yolunda akan bir nehre karşı yüzme hali, kendimizi hayatta birtek karşı olarak, karşı mücadeleyle varedebileceğimizi sanma hali...Onun ağına düşmemeye çalışacağım... Çünkü değişim isteyen, önce kabul etmelidir varolanı... Kötünün içinde güzellik göremeyen, cennette görmüş güzelliği, ne işe yarar? Evet, bütün çiçekler güzeldir, peki ya çamur, o değil midir? İşte benim çamurum...


Açarsın pencereleri, koklamak için tam tepende dolaşan atmacanın kokusunu...Karşında bi tavşan birden yolun öte tarafına zıplayarak koşuverir... Bir çift kurt, abartmayayım hadi, belki de tilki gözü, bir saniye içinde görünür kaybolur... Her tarlada bir ağaç vardır... Yüzlerce kez görürsün bunu ve birgün anlarsın, tarlada çalışanın yorulduğunda gölgesinde oturması içindir o tek ağaç...Bunu kitaplar değil, hayat öğretir...Hiç o kadar büyük kuş yuvası görmemişsindir şimdiye kadar...Gördüklerinin yanında sanki bir şatodur bu seferki...Şöyle Y şeklinde iki ağaç dalı, çakılmıştır evin duvarına, peh, ikea'nın bile aklına gelmez, Y şeklindeki ağaç dalından askı yapmak...Camii inşaatı için kesilmiş kavak ağaçlarının kabuklarını soyan çocuklara seslenirsin..."Heey, bana bir parça kabuk versenize", bayılırım da ben çocukluğumdan beri o kabukları hem soymaya hem koklamaya...Sonra şoför bir türlü anlam veremez, arabayı durdurup durdurup, herkese ne iş için köylerinin orta yerinde, paldır küldür, daha doğru bir ifadeyle destursuzca dolanıp durduğumuzu anlatmama... Hepsi de istisnasız evine Allah ne verdiyse ikrama çağırır, her seferinde istisnasız kabul etmek ister gönlüm...Sohbet olacaktır, kalpler arınacak, güzelleşecektir hayat her iki taraf için de...


"Mesaideyiz teyzecim, amcacım, Allah razı olsun, kimbilir belki başka bir zaman, kusura bakmayın, böyle haldır huldur dolanıyoruz sokaklarınızda, köyün haritasını çizeceğiz"...


"Münasip evladım, hayırlı yolculuklar, Allah zihin açıklığı versin..."


Belki bir dakika sürer bu muhabbet ama etkisi bin yıllar...Muhabbet diyorum buna çünkü, bence dillerin en zekilerindendir Arapça...Bir muhabbet sözcüğü, içinde sevmeyi, sevgiliyi, dostu barındırır...Sevmeyi öğrenirsin, dostça elini uzatan teyzemin, amcamın kırış kırış gözlerinde...Çocukları hep göçmüş, iki başlarına kalmış, hatta bazen tek; kış nedir, kar nedir, çamur nedir, çiçek nedir, karanlık nedir, güneş nedir, doğum nedir, ölüm nedir bilen, kabul eden bu insanlarla kıyısından temas etmiş olabilmek hayatın bana bir hediyesidir...Ve ben aslında şikayet ediyor olsam da halimden, ne olur toyluğuma ver hayat, ve özürlerimi ve teşekkürlerimi kabul et...Biliyorum bu 40 saatle beraber konforumu alıyor gibi görünsen de, ve küçük beynim karşılığını alamamak gibi türlü safsatalarla kendini oyalasa da, hayat her zaman dengededir... ve nasıl derler, "bizim hayır bildiğimiz şer, şer bildiğimiz hayırdır.." Şimdi bu yeni yıl aslında amiyane bir tabirle çakma da olsa, dünyada milyonlarca kişinin dileklerini dilediği bir zaman dilimi olması sebebiyle, -ki dilek dilemenin zamanı yoktur ve hatta dili de- ben de kendimce diliyorum dileğimi...
Ey hayat, ne olur beni sezgilerimden ayırma, çünkü bir tek onlar seni olduğun gibi algılamama, bir tek onlar binyıllardır bize miras kalmış kutsal bilgiyle bir anda da olsa temas etmeme olanak sağlıyor... Bir tek onlar, şu yaşadığımız hayatı sınırlarından, ileri ya da geri saymalardan, görüneni gerçekle bir saymaktan, sevmeyi altın bir halkanın içine sığıştırmaktan, sevişmeyi bir bakıştan ayrı sanmaktan,... arındıracaktır...Yani demem o ki, tüm bunların bir manası var, biliyorum...Seziyorum...

9 Kasım 2009 Pazartesi

herşeyle başediyoruz, bir tek kendimiz dışında...



"Öyle şanslı bir adamım ki herseyden yana, tek şanssızlığım kendim olmak" dedi bir arkadaşım geçenlerde... Herşeyle başediyoruz, bir tek kendimiz dışında...Benlik ve ego arasında, incecik bir çizgide, bazen birine bazen diğerine doğru düşerek yürüyoruz. Kimileri durmayı tercih ediyor korkudan, kimileri cambazlık yapıyor hatta bazen fazla şaşaalı, büyülüyor pasif seyircileri, kimileri denge arıyor yalnızlığına çekilerek... Öyle ya da böyle, hep yeniden üretiliyor bu çizgi...Ne ki bu, niye var? Gerçek mi? Yoksa büyük bir tuzak mı?


Sevmediğimiz ego ve sahip çıktığımız benlik, şişirdiğimiz ego ve bastırdığımız benlik, bunlar aslında aynı şeyler olmasınlar? O aradaki ince çizgi oyalıyor olmasın bizi? Gerçeklik arkamızı döndüğümüz yerde dansediyor, kulağımızı tıkadığımız anda söylüyor şarkısını...Biz yüz çevirdikçe ondan, açlık çeken ruhlar olarak tutunamıyoruz...Tutunduğumuz şeyler ne kadar sahteyse, o kadar donanıyoruz yapmacıklıkla, o kadar gürültü patırtı yapıyoruz...


Bana kalırsa insan bu ikilemden çok daha fazlasını hakediyor, göründüğünden çok daha yetenekli, kalbi sandığında çok daha geniş, çok daha üretken, çok daha samimi, çok daha yaratıcı, çok daha barışçı...Daha bütün birşey insan...Maddelerin tek boyutlu dünyasından daha uzak...Bu sıkıştırılmış hayat sisteminden, bu mecburiyet halinden çok daha uzak...Bu sahte özgürlük masallarından, uçağı uçmak sanmaktan, sadece otobanlara yol demekten çok daha uzak...

4 Eylül 2009 Cuma

Fikir Defteri

Fotoğraf Etsy'den alınmıştır.

Bir defterim var. Okuduğum şeylerde gözlerimi parlatan ne varsa kesip alıp bu defterin bir köşesine iliştirdiğim...İşte onun önsözü...

Bu defter çalıntı fikirlerle doludur. Bu çalıntı fikirler, zihnini ve kalbini "an"da toplamaya çalışan Gökçe'nin kafasının içinde birer mum yakan fikirlerdir. Değerleri bu defterde kapladıkları hacimden ne çok az ne çok fazladır. Bağlılık gerektirmezler. Birgün terkedilebilirler ya da değişebilirler de....Bu defterle ve hatta süt kutularıyla birlikte çöpe gidebilirler. Gelecek nesillere kalmazlar fiziksel olarak. Çünkü kilden tabletlerde değil, eriyip giden kağıt parçalarında yazılıdırlar. Bunlar yaşayacaksa, davranışta, tercihlerde, iletişimde, ilişkilerde, düşüncede, müzikte yaşarlar. Bilinemezler ama sezilebilirler. Bunlar ezberleyip yeri geldiğinde söylenmek için bulunmazlar bu defterde. Gökçe kendinden ayrı düştüğünde, arkasında bıraktığı kırıntılardır bunlar geri dönebilmek için...Aslında bir anlamda fikir çalar Gökçe ama satmaz...İçine alır, kanına karıştırır, dönüşür, cesaret toplar, bazen umutsuzluk, yaşamadığı onca hayatın yükünü alır sırtına, sonra bir anda boşaltıverir; misal iki tekerin üstünde...Vahşi Kadın olur birgün, birgün Biblos yazısını öğrenen Fenikeli, bazen çay filizlerini toplar Rize'de, kocamandır elleri, bazen harika bir şarkıcıdır hisseder her demi, bazen çok güzeldir, bazen küçük bir çocuk babasının elinde eli, bazen toprak yer yalınayak, bazen gerçek bir aşıktır, bazen yapayalnız, bazen bir sualtı mağara dalışçısıdır, bazen kentte gerçek bir lider, bazen deli bir dansçı, bazen koca bir hayatı geride bırakmış bir ihtiyar, bazen bir yönetmen, seramik sanatçısı belki, arkeolog ya da terzidir bazen... Marx'ı yiyip bitirmiştir, Kur'an'ı ya da...Köyün cömert biricik öğretmenidir bazen, kendini çocuklara adamış... Gezgindir bazen, her an kilometrelerce uzaklaşan ailesinden...Hiçbiridir bunların ve de hepsi... Bu fikir defteri bir küçük kızın içine sığdıramadığı hayatları ağırlayan, onları bir anlığına da olsa içeri buyur eden, güsel, aydınlık bir defterdir...ve bu defterde yazılar özenle yazılır ilkin, kaleme karar verilmiştir uzun uzun...sonrasını herhalde herkes bilir...