15 Eylül 2011 Perşembe

Empatinin gezdiği dağlar meşeli...

Bazen bazı şeyleri yalnız yapmak istiyorsun, kendinle temas kuracağın o küçücük ama çok değerli anın hayaliyle..Bunun farkına varsan bile içten içe, kalabalığın içinde buluveriyorsun kendini. Ne kadar güzel insanlar da olsalar etrafındakiler, o an sadece ama sadece kendini istiyorsun..


Öyle bir geceydi dün gece.. Ankara Nefes Bar'da Pilli Bebek konseri esnası... Yıllarca sahnesinde -daha ne yaptığımı bilmeden- söylediğim şarkılar; o masalarda palazlanıp yine o masalardan kaymış gitmiş aşklar, dostluklar, anlık bakışlar; kulaklarımda çınlayan uğultu; kedimin öldüğü gece; kendimi nefes almak için bahçeye atışlarım..Hem o tanıdıklık ve tanınmışlık hali, hem de yıllar içinde aldığım yol, arkamda bıraktıklarım.. O keskin sigara dumanının çağrıştırdıkları beynimde bir fırtına yaratırken, fonda Pilli'den Tek Başına, zihin bu ya; durmuyor daha da geriye gidiyor..Sene 98, Radyo D'de Güven Erkin Erkal'ın sunduğu Maksimum Rock..Bu şarkı o günlerden ta..Her pazar iki saatliğine odama kilitliyorum kendimi..Yatağa uzanıyorum; bir yandan radyoyu dinleyip bir yandan da kasete kaydediyorum; ertesi gün serviste, walkman'de dinlemek için. Bunlarla da yetinmiyor zihnim..Sanki birisi çıkarıyor hafızamı yerinden, sallıyor sallıyor; kopuk kopuk, kesik kesik anlar, bir bütün yaratamadan, birbiriyle ilgisi olmayan yüzlerce fotoğraf, çok ama çok hızlı bir slayt gösterisi gibi gözümün önünden geçiyor.


...


Biraz da hüzünlüydüm dün gece.. Çünkü sadeleşme, sakinleşme yolunda attığım her adım, kendime dönüp içimde bir yerlerde yüzleştiğim bu karmaşa ile sekteye uğruyor gibiydi. Kalbimi iyiye ve kötüye beraberce açma dileğime ve hatta iyi-kötü değerlendirmelerimi aşma dileğime zıt olarak, yanımdaki çok sevdiğim arkadaşıma bile tahammül edemiyordum o anda.. Kendince kendini müziğe kaptırmış, yüksek sesle (e pilli'ye kim kısık sesle eşlik eder ki) eşlik ederken çıkardığı her nota beynimde zaten olup bitmekte olan depremin sarsıntısını biraz daha güçlendiriyordu. Orama burama çarparak geçenler, şirinlikle bizi aşıp sahneye yanaşma çabaları, üstümüze dökülen biralar, yasağa rağmen dumanı tüten sigaralar..O an Ege'de denize çok yakın bir kayanın üstünde ayaklarım suyun içinde oturuyor ve karanlığa bakıyor olmak için neler vermezdim..


Bir yandan da empati üzerine düşünüyordum. Bunu son zamanlarda sık sık düşünüyorum; yanıbaşımda öndeki araba biraz uzun süre durdu diye hunharca çalınan kornanın hemen ardından; sabah daha kahvaltı bile etmemişken, otobüs durağında sırada önümde bekleyen şahsın sigara dumanıyla midem bulanırken; birbirinden korkunç parfümler ortak soyunma odalarında sıkılırken; yalnız kalma isteğim asosyallik olarak addedilirken; aşk, duygu, sevgi, paylaşım, yakınlık safsatalarıyla temas için yol yapılırken; kendi gerçekliğimin arayışını paylaştığım anda soru sormadığım halde cevaplara boğlulurken...


Tabii değneğin öteki ucunda da kendim varım..Ben ne kadar empati kuruyorum? Kimlere nasıl zararlar veriyorum farketmeden? Nasıl oluyor da bazen ağzıma geleni söylüyorum, sakınmam gerektiği halde..Nasıl oluyor da kendimi dört duvara, yapılması gereken işlere gömüp, telefonu kapatıp, kapıyı açmayıp uzak tutuyorum ihtiyacı olan insanlardan..Nasıl oluyor da kabul edemiyorum bu şikayet ettiğim herşeyi olduğu gibi..ve daha bilmediğim bir sürü şey.. Cevabını arıyorum, nasıl bütünleşir iyi ve kötü; nasıl aşılır iyi ve kötünün zıtlığına dayanan bu anlam dünyamız? Nasıl uzaklaşırız "ya tahammül et ya terket" düsturundan? Çünkü ben terkedesiyim buraları.. ama üretmek istediğin şey sadece gıda değil aynı zamanda da sanatsa, nereye gideceksin? Neyse bu başka bir yazının konusu..


Erkenden ayrılıyorum konserden..Olmak istediğim yerde (sokakta), olmak istediğim kişiyle (kendimle) yürüyorum...Sigortayı kapatıyorum, böylece ne slayt gösterisi kalıyor, ne açılmış ama kaydedilmemiş yarım yamalak dosyalar, ne o inceden inceye çıkan sirene benzer sesi zihnimin..

Hiç yorum yok: