18 Mayıs 2009 Pazartesi

Leylak Ağacının Yolculuğu

Ben bir bahçede büyüdüm. Kentin orta yerinde, türlü meyve ağaçlarının içinde, anneannem ve dedemle. En sevdiğim şeylerden birkaçıydı güneşin altında bahçeye bir masa koyup o masada resimler yapmak, ders çalışmak, kitaplar okumak; yanıbaşımda bir kazan dolusu elmayla - kazan diyorum, çünkü öyle üç beş tane değil, en az 3 kilo -. Akşama bir bakardık, kazanın içinde bir tanecik elma ya kalmış ya kalmamış...Anneannem derdi ki, "seni elma bahçeleri olan birine vereceğim"... :) Tek katlı el yapımı bir evdi orası, büyükçeydi ama. Bayılırdım evin çatısına çıkıp, çatının eğimli yüzeylerinin birleştiği o ince çizgide bir uçtan öteki uca yürümeye. Tehlikeli birşeydi, ipin üstünde yürümek gibi. Fazlasıyla özgürleştirici...Çatının her iki ucunda da bir ödül beklerdi beni. Birinde badem ağacı, diğerinde ise vişne. Bu kocaman, güzel bahçe meyvelerle doluydu, bir köşesi de çiçeklere ayrılmıştı. Çiçeklerin tam ortasında da bir leylak ağacı vardı. Bugün sokaklarda size nasıl kokuyorsa leylaklar, işte aynen öyle kokardı çocukluğumun bu ayları. Çiçek koparmazdık hiç, bir tek leylak ağacınınkiler dışında...Birkaç tutam koparır evdeki masanın ortasına vazoyla koyardık. Bahçede doyamaz, evde de isterdik herhalde bu mis kokulu arkadaşı ve bilirdik biz koparınca o hiç kızmazdı, canı da acımazdı. Sevildiğini bilirdi çünkü.

Şimdi ne o ev ne de o bahçeden geriye birşey kalmadı, anılarımız, kokular ve fotoğraflardan başka..En azından ben öyle sanıyordum. Ta ki...

Şans eseri, şimdi oturduğum apartmanın bahçesinde de bir leylak ağacımız var. Geçenlerde birkaç tutam kopardım çiçeklerinden, biraz çekinerek apartman sakinlerinden, "beni çiçekleri koparan biri sanmasınlar"... Nasıl anlatabilirdim ki, "leylak bu, kızmaz bize"...Sonra eve getirip, üstünde zürafaalar olan renkli bir bardağın içerisine koydum usulca çiçekleri. Bardağı da başucuma...Pazar günüydü, sokaklar sessiz, hava ısınmış, penceremden içeri giren harika güneş ve bütün pencerelerin açıklığı sebebiyle evin içindeki esinti. Leylak bütün kokusuyla burnumdan kalbime sızarken, güneş de olanca ışığıyla çocukluğumu kafamın içindeki bir perdeye yansıtıyordu adeta...Tadını çıkardım bu tanıdık filmin. Seyrettim doya doya...Bununla da bitmedi armağanlar...Sonra anneanemlerin o evden yıllar önce ayrılıp taşındıkları eve gittim, ziyarete...O zamanlar çok üzülmüştüm, neden bu güzelim bahçe bırakılır da, bu sağı solu çamur içinde inşası hiç bitmeyecekmiş gibi görünen siteye gelinir diye. Onlar oraya taşınınca ben de annemlerin yanına taşındım. Bir bahçeyi kaybetmiştim ama bunda bir hayır vardı, hayat artık bana çiçekleri içime dikmemi öğretiyordu, kokuları içimde duymayı...

Şimdi görseniz, benim o zamanlar beğenmediğim sitenin bir koruluğu var resmen...Türlü türlü, dev gibi ağaçlarla kaplı. Bir de leylak ağacı var aralarında...İşte balkonda, gözlerim dolu dolu anlatırken anneanneme "leylağımızı özledim, bu sabah bir tanesinden biraz çiçek kopardım" diye, gözleri parladı. Meğer o bizim çiçek bahçesinin biricik leylak ağacından bir kökmüş, getirmişler taşınırken, dikmişler o zamanlar balçık olan bu koruluğa...Dahası benim minik leylak ağacım da, anneannemin çocukluğunda Erzurum'dan kalkıp geldiği evin bahçesindeki başka bir leylak ağacının kökündenmiş...


Şimdi biz anneanne torun, bahçede leylak ağacı torun...İkimizin de gözünün önünde çocukluğu, aralarında 60 yıl...Gözlerimiz ışıl ışıl, kalplerimiz bir...Hayat ne güzel...

7 Mayıs 2009 Perşembe

Büyümüştüm...


Bir söz vermiştik, bir yıl sonra tam burada, bu kayanın üstünde, ne olursa olsun, eğer hala nefes alabiliyorsak buluşacaktık. Bir yıl geçti. Hayatıma yeni biri girmişti ve sözün zamanı gelmişti. Saçlarım kısacıktı, güzeldim o günlerde, yeniden seviyor ve seviliyordum. Gidecektim yine de... Üzülse de, birşey diyemiyordu, belki bir kere "gitmesen olmaz mı?" demişti cevabını beklemeden... Bindim otobüse, gidiyordum, söz vermiştim, belkilerle, yoksalarla, acabalarla... Yol bir uzuyor, bir kısalıyordu. Yol güzeldi, yol üretkendi, yol boş bir çabadan, öylesine bir umuttan fazlaydı. Yolu yaşıyordum ve işte varmıştım bile...İlk defa kayalıklardan çıkarken hızla çarpmaya başladı kalbim, bense ona sakin olmasını söylüyordum. Her zamanki gibi temkinliydim. Hayaller kurar ve olmama ihtimallerini de peşinen söylerdim kendime. Yine öyle yaptım, böylece kırılmıyorsunuz, kendini kaptırmış, farkındalığını kapatmış bir hayalperest olmayarak, hayatla akıllıca başa çıktığınızı düşünüyorsunuz. Tabii hayal kurmadan da edemiyorsunuz....


Söz vermiştik. Tutmadı o, gelmedi... Ben, etraftaki gençlerin gizemli buldukları, gelip tanışmak istedikleri, saçları 3 numara küçük kız oturmuş kayanın üstünde denize bakıyordum. İlk defa o gün görmüştüm, dünya gerçekten yuvarlaktı. Ufukta sanki deniz kürenin öteki tarafına akıyordu.


Gözleri maviydi. Denizin renginde tam da...Bir ara o maviliğin içinde önce gözleri görünecek ve arkasından denizden çıkıp gelecek diye bekliyorken buldum kendimi. Sonra temkinli yanım "saçmalama" dedi, "hayat çizgi film mi?" Bir mektup yazdım, iliştirdim kayanın dibine. Biraz yürümek istiyordum. Bir sene önce o köyde, Hatice'yle, şair köy öğretmeni, güzel ailesi ve kedileriyle mutlu günler geçirmiştik. Kaktüs meyveleri yiyor, bukalemunları, kurbağaları evimizde misafir ediyorduk. Köydeki antik tiyatroda, güneşin altında ısınmış taşların üzerine uzanıyordum, yalnız kalmak istediğimde. Sonra o geliyordu, seviyordu taşlardan da sıcak... Bazen evin çatısında uyuyorduk, cibinlik vardı o günlerde hayatımızda. Cibinlik sinekleri değil ama yıldızları geçiriyordu içeri...


Beni çok severdi, bilirdim ama gelmemişti işte...Hiç kızmadım çünkü bana gitmek yetmişti, yine büyümüştüm, yolda ve kayaların ve sıcak taşların üzerinde, bu sefer gelmeyeceğini bilerek, beklemeden...Büyümüştüm, hem de bir sene önce verdiği çocukça sözü çocukça tutan bir çocuk olarak...