Elli yaşının üzerinde bir adam, aynalarla beraber uzun zamandır. Hatta o kadar uzun zamandır beraber ki, kendi yansımasını görmez olmuş artık..Yaklaşık 5 metrekarelik bir aynayı özenle çıkarıyor yerinden -riskli bir iş-, eldivenlerini takıyor, etrafı boşalttırıyor karısına ve masaya yatırıyor aynayı..Gönyeyi, cetveli yerleştiriyor ve şu koca dünyada beni içine alabileceğine inandığım, antredeki tek duvar boşluğumun ölçüleri olan yüzotuzsekize kırkbir santimetrelik bir aynayı çıkarıyor o büyük parçanın içinden. Tüm bunları yapması sanki saatler alıyor. O kadar yavaş ki hareketleri bir anda bundan ne kadar rahatsız olduğumu farkediyorum. "Haydi!" diyorum içimden "haydi kes artık şu aynayı, kes de gideyim"... Çünkü oraya koşarak gelmişim, oradan koşarak çıkıp başak bir yere gideceğim, programlamışım kendimi, bir sürü iş bitireceğim. "Bu yavaşlık da nereden çıktı?"...
Tüm bu koşturan düşüncelerimi yakaladığım an, etrafımı saran aynalarda yüzümdeki telaşı, ekşiliği, gerginliği gördüğüm anla aynı an. Kaşlarım, gözlerim, dudaklarım..Hepsinin acelesi var... "Ne olmuş bana?" Aynaya bakmak itina gerektirir, aynaya bakmak kendine bakmaktır çünkü, içine bakmaktır.. Bendeyse adeta sokakta yürürken, vitrinine ayna koymuş bir dükkanın önünden hızla geçen, geçerken "bu üzerimdeki yakışmış mı?" diye göz atan birinin telaşesi var...
En son o koca ayna masaya yatırılmadan önce, dikiliyor önümde; kendimi, sağımı, solumu, arkamı görüyorum yansımada..O bir türlü geçmek bilmeyen zaman duruyor..Sesler duruyor...Aynacı, karısı..Duruyorlar..Ben de duruyorum, zihnim de..Başka seçeneğim yok..Koşuşturup duran Gökçe'yi ceketinin köşesinden tutuveriyorum, duruyor o da...Gülümsüyor. Şanslıyım, farkına varıyorum...Kolumun arasına sıkıştırdığımız aynayla sakince çıkıyorum dükkandan, yavaşça evimin yolunu tutuyorum.. E aynaya bakmak kadar onu taşımak da itina gerektiriyor..