17 Aralık 2010 Cuma

Yavaşlamak ne zor şimdilerde...

Elli yaşının üzerinde bir adam, aynalarla beraber uzun zamandır. Hatta o kadar uzun zamandır beraber ki, kendi yansımasını görmez olmuş artık..Yaklaşık 5 metrekarelik bir aynayı özenle çıkarıyor yerinden -riskli bir iş-, eldivenlerini takıyor, etrafı boşalttırıyor karısına ve masaya yatırıyor aynayı..Gönyeyi, cetveli yerleştiriyor ve şu koca dünyada beni içine alabileceğine inandığım, antredeki tek duvar boşluğumun ölçüleri olan yüzotuzsekize kırkbir santimetrelik bir aynayı çıkarıyor o büyük parçanın içinden. Tüm bunları yapması sanki saatler alıyor. O kadar yavaş ki hareketleri bir anda bundan ne kadar rahatsız olduğumu farkediyorum. "Haydi!" diyorum içimden "haydi kes artık şu aynayı, kes de gideyim"... Çünkü oraya koşarak gelmişim, oradan koşarak çıkıp başak bir yere gideceğim, programlamışım kendimi, bir sürü iş bitireceğim. "Bu yavaşlık da nereden çıktı?"...

Tüm bu koşturan düşüncelerimi yakaladığım an, etrafımı saran aynalarda yüzümdeki telaşı, ekşiliği, gerginliği gördüğüm anla aynı an. Kaşlarım, gözlerim, dudaklarım..Hepsinin acelesi var... "Ne olmuş bana?" Aynaya bakmak itina gerektirir, aynaya bakmak kendine bakmaktır çünkü, içine bakmaktır.. Bendeyse adeta sokakta yürürken, vitrinine ayna koymuş bir dükkanın önünden hızla geçen, geçerken "bu üzerimdeki yakışmış mı?" diye göz atan birinin telaşesi var...

En son o koca ayna masaya yatırılmadan önce, dikiliyor önümde; kendimi, sağımı, solumu, arkamı görüyorum yansımada..O bir türlü geçmek bilmeyen zaman duruyor..Sesler duruyor...Aynacı, karısı..Duruyorlar..Ben de duruyorum, zihnim de..Başka seçeneğim yok..Koşuşturup duran Gökçe'yi ceketinin köşesinden tutuveriyorum, duruyor o da...Gülümsüyor. Şanslıyım, farkına varıyorum...Kolumun arasına sıkıştırdığımız aynayla sakince çıkıyorum dükkandan, yavaşça evimin yolunu tutuyorum.. E aynaya bakmak kadar onu taşımak da itina gerektiriyor..

8 Ağustos 2010 Pazar

Gong...


Tam altı yıldır bu evde oturuyorum. Tam altı yıldır, kimden geldiğini bilmediğim o gonglu saatin sesini duyuyorum. Her saatte bir o saat kadar (mesela, saat 12:00’de tam 12 defa) ve her yarım saatte ise sadece bir defa gonglar bu saat. Burdan bir test üretmişliğimiz bile var. Sorarım saatin sesine öyle ya da böyle ilgi gösteren misafirime; “söyle bakalım, bu saat günün hangi üç saatinde peşpeşe aynı sayıda çalar?” Bilenler olur, bilemeyenler de.. “saat 12:30’da, 13:00’de ve 13:30’da; üçünde de birer defa çalar”. Bu soru bu evin geleneklerinden biridir; biriydi... Sonra misafir gelmeden önce evde biraz tütsü dolaştırmak da.. Sonra onlara yamuk yumuk kavanozlarımdaki çeşit çeşit bitkiden çaylar ikram etmek de. Meraklısına bu çayın nelere iyi geldiğini anlatırdım. Bazen kitaplıktan kitaplarımı çıkararak... Biliyorum bu ev ben kokardı, herkes bilirdi bu kokuyu. Temizdi hep. Düzenliydi. Kalabalıktı ve küçüktü, sadeleşemezdi bir türlü, tıpkı benim gibi..Işıklı hem nasıl ışıklıydı... Bu evde odama doğardı güneş ve en uçtaki o ev arkadaşlarımın gelip yerleşip sonra gittikleri odada batardı. O oda hep” elveda” diyendi...Ben artık büyüyüp öğlen vakitlerini evde geçirebilen biri olmamaya başlayınca –ki bu 28. yaşıma denk gelir- en çok üzüldüğüm şey, o odamda yatağıma vuran öğlen güneşinin altındaki her gün tamamen kendiliğinden gerçekleşen ve artık bir ritüele dönüşen öğlen uykularımı yaşayamamaktı. O öğlen uykuları ki bazılarından korkarak ve geçici hafıza kayıplarıyla uyansam da, hep tazeleyici, hep özlenesidirler...

Renkliydi evim...Renkler beni en az yemekler kadar beslerdi...Bir gün odamın duvarlarını boyamaya karar vermiştim. Ev sahibime söylediğimde “makul renkler olsun” demişti. “Tamam” dedim, bence her renk makuldü... Yeşil istiyordum duvarlarımda... Gittik boyacıya...Bir türlü karar veremedim yeşilin hangi tonunun olacağına. Bir yandan da boyacının “abla, evin kiralıksa değer mi bunca masrafa” sözleri arka planda ritmik olarak kulağımı tırmalıyordu... “İnsan niye emek harcamak ve mutlu olmak için birşeylerin ona ait olmasını bekler ki?” Sonra karar veremedim... Kuğulu Park’ta bir bankta yatıyordum boyacıdan bir yarım saat sonra... Tepemde bir ağaç, yapraklarının önünde bir ton, arkasında başka...Gözlerimin parladığını, bir tanecik yaprağı kopardığımı ve boyacıya koştuğumu hatırlıyorum... “İşte bu renk olsun, bu yaprağın önündeki ton!”. Bir boya bir yaprağın rengine ne kadar yaklaştırılabilirse, o kadar yaklaştırdık ve sonuç mucizeviydi...Odam sanki bir yaprakla sarılıp sarmalanmıştı...Esintide ürpermeye, ışıkta canlanmaya başladı... Kapımı ağaçtaki bir çiçek gibi bordomsu bir kırmızıya boyadık, yamuk yumuk boyayışımla, aslında bir gelinciğe benzedi, hani ışığı geçirir yapraklarından, alacalı bulacalı görünür ya gelincik. Sonra biraz mor, çimlerin arasındaki küçük vapurdumanlarının renginde, süpürgeliklerim mor oldu...Ay çiçeği ya da gün batımı sarısı perdem şimdi bu ağaç, çim, gelincik ve vapurdumanından oluşan bahçeme hayat veriyordu artık.

Haftalarca evden çıkmadığım olurdu...Bu ev nice yalnızlıklarda, nice mutlu beraberliklerde, nice dertleşmelerde, nice sevmelerde, nice ayrılıklarda kucağında güldüğüm, ağladığım, ürettiğim, somurttuğum, öylece durduğum, dansettiğim, yemek pişirdiğim, çiçekler büyüttüğüm, filmler izlediğim, şarkılar söylediğim, bütünleştiğim, bağlandığım yerdi hep...

Sonra eşyaların hemen hepsi toplamadır bu evde...İnsanlar Ankara’da eylül ya da nisan aylarında evlerini yenilerler, bu sırada eşyalarını kapılarının önlerine atarlar. Eski dolaplar, komodinler, kitaplıklar, bazen deriden bavullar, içlerinde türlü türlü özel eşya, oyuncaklar...Özellikle Ayrancı’da çok yaygındır bu. Oranın uzun yılardır orada yaşayan sakinleri vardır ve muhtemelen onların yeni çağda büyüyen çocukları, artık büyüyüp birer iş sahibi olduklarında, anne ve babalarının yaşadığı eve gelirler ve artık bazı eşyaların yenilenmesi gerektiğine karar verirler; eskilerini attırtıp yeni nesil eşyalara yer açarlar... Zavallı anne babalar da “dur, o vitrin evlendiğimizde rahmetli Muteber Amcanların evlilik hediyesiydi, içindeki gümüş takımlar ondan başka bir yere yakışmaz ki” demeyi akıllarından geçirip, sonra da bu anıyı gönüllerinde yaşatmaya karar verip, çocuklarının bu eve daha sık ziyarete gelmeleri için buna değeceğini düşünüp susarlar zannımca. Bize de Ayrancı sokaklarında yürüyüp, bu yitik anıları oralardan toplamak düşer...Bir gün bir kitaplık sırtlanılır, bir gün bir oyuncak seçilir bavulun içinden.. Beyaz bir konsol getirilir eve, adeta Viyana’daki Schönbruun Kraliyet Sarayı’nda Bayan Sisi’nin odasındaki konsollara benzeyen... Bir tek altın rengi varakları eksiktir...Bu eşyalar önce biraz dolaşırlar evde, sonra bulurlar yerlerini, bütünleşirler birbirleriyle ve duvarlarla ve yerle...

...

Bu yazıya başlama sebebim, yaklaşık bir yıldır tüm Türkiye’yi dolaşmamın, evimin yerine aylarca otel odalarında kalmamın ve eve dair ve ben yokken evde yaşayan ev arkadaşıma dair büyük bir yabancılaşma yaşamamın ardından artık önümüzdeki günlerde yeniden buraya dönecek olmamla, buradan tümden gitmek arasındaki çelişkim değildir. Bu yazıya başlama sebebim, günlerdir ve gecelerdir o gonglu saatin sesini duymuyor olmamdır. O sessizlikte karşımda duran eşyaların ruhlarını yitirdiklerini sanıyorum. Çünkü bakıyorum onlara ama onlar bana bakmıyorlar eskisi gibi.. Nefes almıyorlar. Bu odada sanki zaman durmuş. Renkler solmuş. Bir esinti dahi yok.. Üstelik ev bir garip kokuyor...Derken saat 08:30 oluyor. Birden bir gong sesi! İnanamıyorum... 09:00 oluyor, 9 defa çalıyor gong.. Hafif bir rüzgar, tüylerim diken diken oluyor...Karşımda duran o süpürge saçlı küçük bebek gülümsüyor. Gaz lambası asıldığı yerde aydınlanıyor. Erbaneden koca bir “düüüüümm” sesi geliyor. Metronom tıkır tıkır, tıkır tıkır çalışmaya başlıyor. Eskiden olduğu gibi aksayarak bazen. Bir zamanlar doğaya her dokunuşumda bir parçasını toplayıp eve getirip içine attığım o tahta kutudaki ağaç kabuklarının, kozalakların, tohumların, kurumuş çiçeklerin, spiral desenli taşların hışırdadığını duyuyorum. Kavak kabuğunun kokusu bile geliyor burnuma...Renk renk fularlarım, sahnede, sokaklarda boynuma takıp uçuşturduğum, sepetin içinden dışarıya doğru uzanmaya başlıyor ve dansediyorlar bir Santa Maria Cantigası eşiliğinde.. Metal kutuların kapakları açılıyor, boya kalemlerim – hani o ben yokken hırsızın eve gelip de kutuları açtığında çalmaya değer bulmadığı boya kalemlerim - kutulardan dışarıya fırlıyorlar, kağıtlarla buluşuyorlar..Ellerimi görüyorum, renkleri nasıl birbirine karıştırdığımı...Mandolinim, “korkma” diyor,” kavuşacağız yeniden”, yeniden alışacak ellerin tellerime, hatırlasana her gün bir şarkı öğrenecek kadar heyecanlıydın, sana demişti ki öğretirken “cici, sakın pes etme, sen çok yeteneklisin, bu kadar çabuk kavradın, ellerin akacak bu tellerin üstünden”... Dolap kapakları heyecanla açılıp kapanıyor, bana içinde gizlediğim anılarımı göstermek, hatırlatmak için..Ayrancı’nın yaşlı amca ve teyzeleri gülen gözleriyle teşekkür ediyorlar, yakılıp yıkılmadığı için anıları...

...

Bu ev ben yazdıkça canlanıyor. Eski çağlardaki büyüler gibi, alın yazısı gibi, kader gibi yazdıkça gerçek oluyor herşey. Gonglu saat tamir olunuyor bir anda. Bu evde, bu odada adeta bir büyü gerçekleşiyor... ve ben hem ağlıyorum hem gülüyorum... Hem sıradan bir kadınım, hem de korkuyorum bu büyücü ellerimden... Derin bir nefes alıyorum, dengeleniyorum. Eşitliyorum içimdeki iyiyi ve kötüyü, varlığı ve yokluğu. Bir anlığına da olsa bu dengeyi hissetmiş olmakla, hayata teşekkür ediyorum ve temas ettiğim iyi ve kötü herşeye...Bir de anılara...Ve biliyorum gelecek süprizlerle dolu...Geçmişse taşıdığı herşeyle yitip gitmeye mahkum...Benim bu sabah hissettiğim donuklukta beni korkutan tek şey, geçmişle gelecek arasında, tanımsız, donmuş, bağlantısız bir zaman diliminin olduğunu sanmamdı. Çünkü geçmişle gelecek bir akışın biraz öncesi ve biraz sonrasıdır. Ben zamanda kayboldum bir an için...Çok korktum ama yine de çok güzeldi...

15 Şubat 2010 Pazartesi

Ruhum renk renk*


Öyle resme falan yeteneğim yok benim ama renklere karşı nasıl tutku doluyum anlatamam...Ama anlatmayı deneyeceğim. Böyle Nutella'ya dayanamamak gibi; baharda denizin yanında yürürken, yürümeye daha fazla dayanamayıp, çıkarıp ayakkabıları ayakları denize sokmak; delicesine yağan bir yağmuru görünce, fırlayıp dışarı altında sırılsıklam olmak gibi; yolda giderken, sağda görünce yemyeşil engin ovayı, inip arabadan dayanamayıp koşmak gibi; açlıktan gözleriniz kararmışken, kızarmış ekmeğe tereyağ sürüp yemek; yokuş aşağı bisiklete binmek; sırılsıklam terleyip duşa girmek gibi; bembeyaz bir bebeğin burnunu öpmek; buz gibi bir havada sıcacık bir adaçayı içmek gibi; aylar sonra evini temizlemek; sabah güneşle uyanmak gibi; çok seven iki kolla sarmalanmak gibi; babanın kucağında uyumak gibi, dedenin saçını okşaması gibi; ege'yi koklamak, karadeniz'i görmek gibi; ateşin sıcaklığını yüzünde hissetmek ; ay ile aydınlanmak gibi; bir tavşanın zıplayışını, bir sincapın su içişini görmek gibi...işte renk renk boyaları, renk renk ipleri, renk renk meyveleri, renk renk boncukları görünce sanki yukarıda anlattıklarıma benzer şeyler oluyor içimde...yüzüm gülüyor, içim ferahlıyor, ağırlığım gidiveriyor üzerimden...çiziyorum, karıştırıyorum birbirine renkleri, diziyorum sıra sıra boncukları; manavda seyrederken buluyorum kendimi meyveleri...kırmızılar, morlar, yeşiller, sarılar, turuncular, maviler...deliriyorum sanki..alamıyorum gözlerimi, birden masallarda, çizgi filmlerde buluyorum kendimi, hani gökkuşağında yürürler ya, işte ben de yürüyorum...dünyaya renklerin arasından bakıyorum, temizleniyor içim, doluyor rengarenk, ruhum rengahenk, düşüyorum kırmızı tutuyor beni, sendeliyorum mor koluma giriyor, ağlayacak gibi oluyorum, turuncu portakal gibi kokuyor burnuma, yeşil seriliveriyor altıma uyku öncesi, sarılıyorum beyaza, mavinin elinden tutup dalıyorum uykuya...

...Uyandım...Etrafımda boya kalemlerim, ortalama 5 yaşında bir çocuğun yaptığı sanılan resimlerim, ellerimde, pijamamda izleri...Işık, iyi ki varsın...Yağmur ve güneş, siz de...Boya kalemlerim, siz de...

* Bu yazı bana çocukluğumdan bugüne kadar boya kalemi hediye eden tüm sevdiklerime bir armağan olsun...Her seferinde içimde çiçekler açtırdılar... Dilerim onların da gönüllerinde çiçekler açmaktadır...
Renk Renk...